Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.
Çanakkale Deniz Zaferi’nin 105’inci yıldönümüdür bugün…
Bundan tam bir asır önce Çanakkale Boğazı’nın mavi sularında azametli bir müttefik filosu Marmara’ya doğru seyretmeye başlamıştı. Bu, döneminin en donanımlı deniz kuvvetlerinden biriydi. Çanakkale sularında seyreden bu deniz armadasının sahibi, o devrin büyük siyasi gücü İngiltere ile ona yakın bir gücü temsil eden Fransa idi. Bu bir koalisyon gücü idi. İngiliz askerî gücü, bütün okyanuslarda ve denizlerde hâkimdi. Diğer dünya güçlerini yenmiş, üstünlüğünü kabul ettirmişti.
Çanakkale Boğazında seyreden gemiler, bu yüzden kendilerinden emin ve büyük bir mağruriyetle yol alıyorlardı. Hedef İstanbul’du. Yani dünyanın kıdemli devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentiydi. İngilizler ve Fransızlar, I. Dünya Harbine karşı cepheden girmiş bu devleti cezalandırmak ve en kısa yoldan işini bitirmek istiyorlardı. Bir taraftan da esas rakipleri olan Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarını da güneyden kuşatmış olacaklardı. Boğazdaki donanma kendinden emindi. Müttefiklerin zaferden hiç şüpheleri yoktu. Londra gazetelerine göre “İstanbul yakında çöplüğe dönecekti”. Aslında dünyanın geri kalanı da Osmanlı Devletinin sonunu görme kanaatiyle acıyarak bakıyordu.
Ancak! Beklenen olmadı. 17 Mart’ı-18 Mart’a bağlayan gece, düşman gemilerinin manevra alanı olan Karanlık Liman’a, Nusret mayın gemisi tarafından incecik bir çelik halat üzerinde sallanan 26 mayın döşeniyor ve bu mayınlardan birine çarpan Bouvet, iki dakika içinde 600 mürettebatı ile denizin sularına gömülüyordu. Bouvet’in yerini almak için koşan bir diğer zırhlıları da bir mayına çarpıyor, yaralı gövdesini sürükleye sürükleye savaş alanından çekiliyordu.
Ölüm kusan toplarıyla döne döne ateş etmeyi sürdüren düşman zırhlılarının mermileri, düştükleri Çanakkale merkezi ile Kilitbahir’de yangın çıkarıyor, her yer alev alev yanıyordu. Türk topçuları onun hıncını alırcasına ölüme meydan okuyarak sürdürüyordu ateş etmeyi; coşmuşlardı bir kez… Tüm tabyalarımız kükrüyor, düşman zırhlılarını dövüyordu. Yıldırmamış ve yıldırmıyordu onu hiçbir güç. Bir anda yerinden fırlayan Seyit Onbaşı, 275 kiloluk mermiyi sırtlayarak topa yüklüyor ve ateşliyordu. Güneşin fersiz kızıl ışıkları Çanakkale’den yükselen alevlere karışırken düşmanın üç zırhlısı ile mayın tarama gemileri batıyordu. Mehmet’çik için büyük bir zafer Müttefikler için büyük bir hüsran Dünya için büyük bir sürprizdi…
Bizler en zor şartlarda, en imkânsız anlarda bile bir karış toprağından vazgeçmeyen bir neslin torunlarıyız. Nasıl ki dedelerimiz bundan 105. yıl önce şanlı bir mücadeleyi zaferle sonuçlandırdı ise bize de o zaferin gururunu yaşamak ve aynı birlik ve beraberliği sürdürmek düşüyor. Ülke olarak iç ve dış düşmanların hedefi haline geldiğimiz bugünlerde, tarihimizi örnek almalı ve bir olmalı, iri olmalı, diri olmalıyız.
Bu moral ve bu motivasyonla Sakarya’da şahlanan, Dumlupınar’da Türk’ün kaderini değiştiren, 9 Eylül 1922 de ulusumuzu dünyada uluslararası onurlu bir yere taşıyarak mucize yaratan, zafer üstüne zaferler kazanan, destanlar üzerine destan yazan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere ebediyete intikal eden tüm şehitlerimizi saygı ve rahmetle anıyorum…